top of page

Salgınların Karşılaştırma(MA)lı Tarihi

Güncelleme tarihi: 25 Tem 2020

COVID19 pandemisinin etkilerini her geçen gün daha derinden hissederken, başta HIV olmak üzere geçmişte yaşanmış/devam eden diğer salgınlardan dersler almanın önemini ve toplum olarak o derslerin hiçbirini almadığımız gerçeğini de daha iyi anlıyoruz.

Kırmızı Kurdele İstanbul I Salgınların karşılaştırma(ma)lı...
Kırmızı Kurdele İstanbul I Salgınların karşılaştırma(ma)lı...

Bu dersler henüz alınmamış olsa da, #kanittemelliaktivizm yaklaşımıyla Türkiye'nin #hivbilgisi kaynağı olan #kirmizikurdeleistanbul olarak, bilimin altını çizen ve bilim okur-yazarlığını teşvik eden çalışmaları yavaşlatmak şöyle dursun, yoğunluk ve niteliklerini arttırmaya gayret ediyoruz. Çünkü sıklıkla tekrar ettiğimiz gibi; en etkili korunma yöntemi bilgidir! Bu bağlamda, özellikle pandemi döneminde HIV ile sınırlı tutmadığımız çalışmalarımıza bir yenisini ekliyor ve Minnesota Üniversitesi'nde Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları & Antropoloji alanlarında doktora yapan Kırmızı Kurdele İstanbul Gönüllüsü Tankut Atuk'un HIV ve COVID19 salgınları üzerinden yaptığı nefis bir analizi, mutlaka okumanız gerektiği düşüncesiyle paylaşıyoruz. Keyifli okumalar!


 

Salgınların Karşılaştırma(MA)lı Tarihi Yayın tarihi: Temmuz 22 2020 Yayına hazırlayan: Tankut Atuk (detaylı bilgi sayfa sonunda) Amerika’da salgınların sosyo-politik ve epidemiyolojik doğalarının birbirinden çok farklı olduğunu vurgulamak için söylenen bir söz var; ‘eğer bir pandemiye tanık olmuşsan, sadece o pandemiye tanık olmuşsundur’.

Her ne kadar bu sözün amacı, her salgının kendine has koşulları olduğunu önemle hatırlatmak olsa da, tarihsel karşılaştırmalar yapma olanaklarının önü kapatılmış ve tarihsel süreklilikler de göz ardı edilmiş olmuyor değil.


Aslına bakacak olursanız bu yazının karşılaştırma(ma)lı tarih yapma hevesi de, her türlü tarihsel karşılaştırmanın çoğu zaman pek de sağlam olmayan zeminlerde yapılmasından geliyor.


En güncel konu ve örnek olarak HIV ve COVID19 ele alınabilir, çünkü HIV ve COVID19 karşılaştırmaları son derece sakıncalı ve yanıltıcıdır.

-Bu konuyla ilgili bir başka #hivbilgisi ve okuma önerisi; Koronavirüs ile HIV'i kıyaslamaktan vazgeçin. Hemen!-



Kırmızı Kurdele İstanbul I HIV hakkında her şey
Kırmızı Kurdele İstanbul I HIV hakkında her şey

HIV tedavi edilmediğinde COVID19’a göre çok daha tehlikeli olabilir! Cinsel yolla bulaşan bir enfeksiyon olması ve toplumun ötekileştirilmiş, göz ardı edilmiş, hakir görülmüş tüm sınıflarını daha çok tehdit etmesi sebebiyle HIV kaynaklı damgalama (stigma) ve ayrımcılık virüsün kendisinden kat kat tehlikelidir ve bu tablo COVID19 ile asla kıyaslanamaz!

Evet, bütün pandemiler sosyo-politiktir ama hiçbiri toplumun dışlanmış tüm üyeleri için bir ceza olduğu düşünülen HIV kadar değil. HIV bugün ilaç tedavisine erişimi olanlar için tamamen kontrol altına alınabilen kronik bir sağlık durumudur. Bunlar niye COVID19 ve HIV karşılaştırması yapmamalıyız sorusuna verilebilecek cevaplardan sadece bazıları. Ancak bu HIV’in sosyal, medikal ve politik tarihinden önemli dersler çıkarılamayacağı anlamına da gelmiyor.

Bu yazının amacı da tam olarak HIV’in tarihinden ne öğrenebiliriz sorusunu karşılaştırma(ma)lı tarih üzerinden yanıtlamak.

Buyurun hep beraber bakalım:


Salgınlar biyomedikal oldukları kadar sosyo-politik olaylardır


Dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan, 1985 yılında AIDS salgını ile ilgili ilk basın açıklamasını yapmadan (daha doğrusu yapmak zorunda kalmadan!) önce, on binlerce insanın hayatını kaybetmesine seyirci kaldı. İşin daha da vahim yanı, Reagan’ın konuşmasının AIDS’in ilk günlerde duyurulduğu gibi bir eşcinsel hastalığı olmadığının duyurulmasından sonra yapılmış olması.

Ne zaman HIV’in heteroseksüel bireyleri de etkilediği ortaya çıktı, işte o zaman Amerikan toplumu ve politikacıları AIDS’i umursamaya başladı. Sistematik ayrımcılığa, ırkçılığa, ve şiddete maruz kalan Afrika ve Latin Amerika kökenli Amerikalılar, LGBTİ+lar ve seks işçileri gibi gruplar arasında HIV enfeksiyonu ve AIDS sebepli ölümler 2020 bile yaygın halde.

Bu da gösteriyor ki ‘virüsler ayrımcılık yapmaz’ ifadesi (sosyal açılardan) oldukça yanlıştır. Sosyal, politik ve ekonomik olarak güçsüzleştirilen gruplar aynı zamanda HIV gibi enfeksiyonlar karşısında daha korunmasız hale gelirler.

Amerika’da ölüm sayıları 150 bine yaklaşmış olsa da (22 Temmuz itibarıyla) Donald Trump’ın COVID19 politikaları da pek farklı sayılmaz. Ekonomik ve siyasi çıkarlar nedeniyle konunun ciddiyeti uzun bir süre boyunca inkâr edildi ve alınması gereken hiçbir önlem alınmadı.


Konu tedbir ve önleme politikalarıyken Türkiye’den bahsetmemek olmaz. Muhafazakâr endişeler nedeniyle HIV enfeksiyonuna karşı yıllardır tedbir almayan Türkiye, çoğunlukla ekonomik ve zaman zaman politik rezevrlerle COVID19 bağlamında da yeterliliği ve kapsayıcılığı tartışmaya açık bir strateji izliyor.

Bu konuyla ilgili daha detaylı bir yazıya buradan erişebilirsiniz.


Bulaşma korkusu, günah keçileri ve sistemik eşitsizlikler:


‘Contagion’ bulaş/ma sözcüklerinin İngilizcesidir ve Latince birbirine dokunmak anlamına gelen ‘con-tangere’ köklerinden türemiştir. Yani bulaşma sadece negatif anlamları olan bir kavram değil, aynı zamanda komünitelerin var olabilmesi için son derece elzem bir olaydır.

Ancak salgınların tarihi göstermektedir ki, toplumların salgınlar karşısında gösterdiği ilk reflekslerden biri günah keçileri yaratmak. Bu günah keçilerinin halihazırda genel toplumdan ve genel ahlaktan dışlanmış kişiler olması ise asla tesadüfi değildir. (Diyanet İşleri Başkanı'nın eşcinselleri ve evlilik dışı cinsel ilişkiye girenleri HIV enfeksiyonu yayılımını arttırmak ve genç jenerasyonları yoldan çıkarmakla suçlaması da tam olarak bu bağlamda değerlendirilmelidir).

Toplumlar panik halinde suçu savunmasız olana yüklerler ki kendileri sorumluluk almak zorunda kalmasın. 17, 18 ve 19. yüzyıllarda Avrupa ve Kuzey Amerika’daki verem ve kolera gibi salgınların göçmenlerin ve yoksulların ‘kalitesiz ve hijyenik olmayan’ yaşam şartlarının sonucu olduğu zannedilmiştir. Amerika’da AIDS krizinin ilk yıllarında eşcinseller, Haitililer, eroin kullanıcıları ve hemofili hastaları (İngilizce’de baş harflerinin ‘h’ olması sebebiyle ‘4-H kulübü’ olarak anılırlar) suçlanmıştır.

İşin üzücü tarafı şudur ki; bahsedilen gruplar gerçekten de salgınların en büyük kurbanları olmuştur. Ancak bunun nedeni bireysel seçimler veya hatalar değil sosyo-ekonomik eşitsizlikler ve ayrımcılıktır. Unutmayın HIV öldürmez ama ayrımcılık ve stigma öldürür.

Ben salgınları daima toplumlara tutulan büyüteçler olarak düşünürüm. Salgın dönemlerinde toplumlarda yer etmiş eşitsizlikler daha da güçlenir, ekonomik ve politik olarak marjinalize edilmiş gruplar daha kırılgan kılınır ve bu grupların enfekte olmasının önü açılmış olur.


Günah keçileri yaratma politikaları bizleri salgınların nerede ve nasıl başladığını anlamak için verilen gayretler konusunda da daha eleştirel olmaya davet ediyor. AIDS ilk ortaya çıktığı yıllarda ‘eşcinsel vebası’ olarak adlandırılmış ve hostes olarak çalışan Kanadalı bir gay erkek pandemiyi başlatmakla ve sayısız kişiyi kasten enfekte etmekle suçlanmıştır. Daha sonraki yıllarda AIDS’in eşcinsel olmakla doğrudan hiç bir bağlantısı olmadığı anlaşılmış ve Gaetan Dugas’ın sadece homofobik sebepler nedeniyle haksız yere suçlandığı kabul edilmiştir.

Benzer şekilde COVID19 pandemisinin kaynağının Çin’in Wuhan şehri olduğu düşünülmesi ve Koronavirüs’ün yabani hayvan eti yemekle insanlara geçtiğinin iddia edilmesi Çin’e karşı yaygın bir biçimde güdülen yabancı düşmanlığının ışığında değerlendirilmelidir. Ve, altını çizmek gerekir ki, virüsün kaynağı gerçekten Wuhan’daki bir yabani hayvan pazarı olsa bile bu Çin’in ‘gelişememişliği’ ve Çin toplumunun ‘geride kalmışlığı’ ile ilgili değil, bütün dünyayı yakından ilgilendiren hayvan eti tüketimi ve yoksulluk gibi konularla doğrudan ilgilidir.


Riski elimine etmek mi zararı azaltmak mı?


Toplumsal yaşam bazı epidemiyolojik riskleri de beraberinde getirir ve bu tip riskler insan hayatının ayrılmaz parçalarıdır.

Eğer toplumları bağışıklık sistemlerine benzetecek olursak, görürüz ki bazı risklere maruz kalmak toplumsal yaşamın güçlenmesi ve dayanıklılığının artması için elzemdir. Eğer AIDS krizi bize tek bir şey öğretmişse o da, riski sıfırlamaya yönelik stratejilerin toplum sağlığı açısından en mantıklı strateji olmadığıdır.

Editörün notu: Burada anlatılmak istenen şey riskleri sıfırlama fikrinin kullanışsız olduğu değil, bu fikri hayata geçirmek için tercih edilen stratejilerin ve politik yaklaşımların, toplum sağlığı açısından istenilen sonuçları doğurmadığı. Oysa aynı risk azaltma yaklaşımları bireysel seviyelerde uygulandığında, başarı sunduğu bilinmekte. Buradan çıkarılacak ders tepeden inmeci, mutlak tedbirler yerine, kişilere, topluluklara, bölgesel farklara göre değişen, akılcı tedbirlerin daha kullanışlı olduğu.

Uzmanların ve aktivistlerin yıllarca vurguladığı gibi salgınlara karşı alınan önlemlerin makul olması gerekir ki, bireyler bu kısıtlamalar/önlemler içerisinde dahi sosyal yaşamlarını büyük ödünler vermeden devam ettirebilsinler. Bu sebeple risk eliminasyonundan ziyade zarar azaltma tekniklerinden bahsetmek hem bireylerin tatmini hem de toplumun sağlığı açısından daha makuldür.

Güvenli değil 'daha güvenli cinsellik’ sloganın da temeli burada yatar. Güvenli cinsellik dendiğinde sanki bütün cinsel ilişkiler penetrasyon içerir ve kondom kullanımı gerektirir algısı ortaya çıkar. Halbuki, daha güvenli cinsellik dediğimizde farklı cinsel ilişki olanaklarını da kapsamış ve HIV enfeksiyonunu önlemek için kondomdan başla yöntemlerin de olduğunu vurgulamış oluruz.



Korona günlerinde bu tartışma daha da önemli bir hal aldı. Karantina gibi önlemler her ne kadar etkili de olsa geçici olmalı. Örneğin; katı karantina kuralları ile risk elimine edilmeye çalışıldığında, karantina koşulları altında ortaya çıkan aile içi ve/veya kadına karşı şiddet gibi önemli konular göz ardı edilebiliyor. Aynı şekilde, izolasyon psikolojik olarak bazı bireyler için çok zararlı olabilir ve bu gibi durumlarda kontrollü sosyalleşme çok daha etkili bir yöntem olacaktır. 65 yaş üstü vatandaşların uzun bir süre boyunca zorla evde tutulması ve bunun onlar için nasıl fiziksel ve psikolojik sorunlar doğurduğu da tam olarak bu bağlamda ele alınmalı.

Toplum sağlığını uzmanlar değil komüniteler, aktivizm/aktivistler ve dayanışma sağlar:


Uzmanlardan ve politikacılardan çok şey beklediğimiz şu günlerde komünitenin ve aktivizmin gücünü hatırlamakta fayda var.

80’ler Amerika’sında AIDS sebebiyle on binlerce insan hayatını kaybederken, doktorların dokunmaya korktuğu hastaların bakımını sevdikleri, aileleri ve arkadaşları üstlenmiştir.

Yine, politikacılar ve halk sağlığı uzmanları HIV’den etkilenen kişilere hiçbir tıbbi ve insani yardım sağlamazken, komüniteler organize olmuş ve HIV ile yaşayanların bütün ihtiyaçlarını karşılamıştır.

Aynı şekilde, HIV’e karşı geliştirilen ilk ilacın piyasaya sürülmesini sağlayan ilaç firmalarını zorlayan, onları rahatsız eden hatta ofislerini basan HIV aktivistleri olmuştur. Aslına bakacak olursak, bugün hala etkili olan HIV tedavisi aktivistlerin ve komünite üyelerinin kendi aralarında yaptıkları bilimsel tartışmalar sonucu ortaya çıkmıştır.


Bütün bunların yanı sıra, toplum sağlığının en etkili aracının komüniteler olmasının sebebi, hiçbir politikacının veya uzmanın toplum dinamiklerini onlardan daha iyi bilemeyecek olmasıdır. Amerika’da son yıllarda gittikçe güçlenen sosyal toplum sağlığı alanında çalışanların da kabul ettiği üzere, hangi halk sağlığı uygulamalarının nerede ve nasıl etkili olacağı, hangi grupların ne gibi hizmetlere ihtiyaç duyduğu ve halk sağlığı eğitiminın neler içermesi gerektiği kararları komünitelere bırakılmalıdır.

Komünitelerin ihtiyacı olan uzman danışmanlığı değil gerekli stratejileri hayata geçirecek ve aktivizmi güçlendirecek kaynaklardır.

Medikalleşme ve Farmasötikalleşmenin toplum sağlığı açısından tehlikeleri


Salgınların sosyal boyutlarına eğilmenin ne kadar önemli olduğunu vurgulayan bu yazıyı bitirmenin en iyi yolu medikalleşme ve farmasötikalleşme konseptlerini Türkçede tartışmaya açmak olmalı diye düşünüyorum.

Medikalleşme, aslında sosyal, politik, ekonomik ve tarihi boyutları olan olayları sadece biyomedikal bir olguya indirmektir. Benzer şekilde farmasötikalleşme de sosyal, politik ve ekonomik müdahalelerin gerekli olduğu ortamlarda hastalıkların ve salgınların kontrolünün *sürveyans, test ve ilaç tedavisi ile yani konunun sosyal boyutlarına hiç odaklanılmadan sağlanılmaya çalışılmasıdır. Editörün notu: Sürveyans belirli bir popülasyonda meydana gelen olaylar/bulaşlar ile ilgili verilerin toplanması, yönetilmesi, analizi ve raporlanması çalışmalarını kapsayan dinamik bir süreçtir. Bu süreç sağlık hizmetlerinin planlaması aşamalarında ihtiyaç duyulan tüm referans bilgilerin üretilmesini sağlar.

Ancak, 40 yılı aşan global HIV deneyimi açıkça göstermektedir ki medikalleşme ve farmasötikalleşme ilaç firmalarının ve politikacıların lehine olmaktayken, toplum sağlığının bir o kadar aleyhinedir.


Salgınlar biyomedikal ve farmasötik yöntemlerle kontrol altına alınmaya çalışıldığında öncelikli olarak toplumların ayrıcalıklı kesimleri gözetilmiş olur. İlaç tedavisi ile kronik bir hastalık halini alan HIV’in halen global çapta büyük bir sorun olmasının sebebi HIV’le yaşayanların üçte birinin hala ilaçlara erişemiyor olmasıdır. Yani COVID19’a karşı sabırsızlıkla beklediğimiz ilaç tedavisinin herkes için erişilebilir olacağının hiçbir garantisi yoktur. Ayrıca, gerekli toplumsal müdahaleler yapılmadığı sürece, ilaç tedavileri uzun vadede faydasızdır. Ve sorunlar tek bir ilaç ile çözülebilecekmiş gibi davrandığımızda, içinde yaşadığımız sosyo-politik sistemin salgınlara nasıl yol açtığını göz ardı etmiş ve gerekli önlemleri almakta başarısız olmuş oluruz. Örneğin kondom kullanımı medikalleşme kavramı altında değerlendirilmelidir. HIV ile enfekte olmayı önlemenin yolu sadece kondomdur veya tek eşliliktir dendiğinde evli kadınların eşleri tarafından nasıl risk altında bırakıldıkları konusunda herhangi bir önlem almanın önünü bir çırpıda kapatmış oluruz.

Benzer şekilde, el dezenfektanlarının Koronavirüse karşı en etkili yöntem olduğunu söylediğimizde, temiz suya ve sabuna bile erişimi olmadan yoksulluk içinde yaşayanların sağlıklarını hiç umursamamış oluruz.

Tam da şu noktada bahsetmemiz gereken şey hem COVID19 hem de HIV söz konusu olduğunda test yaptırımının agresif bir biçimde dayatılmasıdır. Evet test yaptırmak önemlidir ve hayat kurtarır. Ancak, test yaptırmak bir sürecin sonu değil başlangıcı olmalıdır. HIV aktivistleri ve sosyal bilimcilerin de savunduğu üzere kişiler test sonrası danışma ve yönlendirme gibi hizmetlere ulaşamıyorsa test yaptırmak yarardan çok zarar getirebilir.

Son olarak, konu ilaç ve testken söylemek gerekir ki salgın dönemlerinde yaygın olarak yapılan geleceğe dönük tahminler oldukça sakıncalıdır. Bir hastalığın tedavisinin ne zaman bulunacağı ve aşısının ne zaman geleceği gibi söylemler sadece yanlış umut vermekle kalmaz aynı zamanda bir tedavinin varlığından bağımsız olarak alınması gereken önlemlerin önemini gölgeler.

Bu yüzden, salgın süreçlerinde odaklanmamız gereken şey salgının ne zaman biteceği değil, şu anda neler yapmamız ve toplum sağlığı açısından daha güvenli bir gelecek yaratmak için ne gibi önlemler almamız gerektiği olmalıdır. www.kirmizikurdele.org #kanittemelliaktivizm *Yayına hazırlayan: Tankut Atuk Minnesota Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları & Antropoloji alanlarnda doktora adayı. Tıp antropolojisi ve Sosyo-kültürel epidemiyoloji çalışıyor. **Editör: Arda Karapınar, aktivist. www.ardakarapinar.me



Yararlanılan kaynaklar:



Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi
Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi

bottom of page